Sanat Bağlamında Yazarlık
Gökhan Yavuzel
Yazı, en temel tanımıyla; bireyin, duygu ve düşüncelerini estetik bir imgeyle kaleme dökebilmesidir.
Yazı: Roman, hikâye, deneme, şiir gibi eser olma özelliği kazanmış bütün yazınsal faktörlerdir. Gerçek bir yazar için yazı; insan olmasının gereği olarak duyduğu sorumluluktan ibarettir. Yazı yazmak bir sanat ise, bu ancak insanlık onurunu kurtarabilmenin bir aracıdır.
Yazı sayesinde, kültürlerin kaynaşması sağlanabilecek, hoşgörü ve sevgi yelpazesi artacak, sorunlara ortak çözümler bulunabilecektir. Yazının kullanım biçimi ve topluma sunuş şekli en önemli etkendir. Yazar olabildiğince sade, anlaşılır ve okuyucularının toplumsal psikoloji ve hassasiyetlerini ön plana alarak bunu yapmalıdır, elbette ki yazar toplumsal etiğe uygun yazılar yazabilmelidir. Bir eserin bitiminde yazar sadece kendisini ikna etmekten ziyade, okuyucu kitlesinin tatminini de düşünmelidir.
Yazar her şeyden önce iyi bir okuyucudur. Okuma ve sorgulamayı kendine ilke edinmiş, merkezi atıf ve söylemleri doğrulamadan inanmayı tercih etmeyen, olabildiğince bilge yaşamayı prensip edinen, başka hayatları anlamayı, gözlemlemeyi ve adil sonuçlar çıkarmasını öğrenebilen kişidir. Yazar için tam bilgelik asla olmaz, o sadece yaşamının koşullarına göre yazmaktan çok okumayı, araştırmayı yeğlemiş mütevazı insandır. (Burada bir yazar kişilik portresi çıkarmak yanlış olur, ancak sade bir yazarın okuduklarıyla ve yazdıklarıyla toplumun gelişimine katkıda bulunması zorunludur. Bu sebeple toplumun gerçekliğine dayalı gayret ve izlenebilecek metot bu kapsamda olabilmelidir.)
Yazarın en başta bir meselesinin olması gerekir. Bunların başında; Ailesel, toplumsal, varoluşsal, inançsal, ideolojik gibi bir derinlik probleminden yakınması ve buna karşı eyleme geçmesi olarak tanımlanabilir. Yahut kişinin yakındığı konular arasında, toplumun çoğu tarafından reddedilen, yok sayılan ve görmezden gelinen bir karşı çıkışının olması gerekmektedir.
Yazarlık öğretilmez yahut öğrenilmez. O kişinin doğasında ve yeteneğinde olması gereken bir olgudur. Bireyin bu yeteneğinin farkına varabilmesi için; Edebiyata ilgili olması, araştırma yazılarını seviyor olması, düşünen ve sorgulayan biri olması gerekir. Elbette bu ölçülerin ailesel faktörleri vardır. Aile çocuğunu okumaya teşvik etmeli, yaş gruplarına hitap eden kitaplar okutturulmalıdır. Bu aslında yeterli bir kriterdir, çünkü; bireyin doğasında bu bağlamda bir yetenek var ise ve yeteri kadar kendisini okumayla beslemişse, yazmaya gayret edebilir.
Tabii, burada büyük bir ayrım söz konusu olmaktadır. Kişi, okuduğu kitaplardan ve keşfini yaptığı sanat tercihinden varacağı sonuç önemlidir. Örneğin, sadece güne hitap eden, yarını olmayan, apolitik gençliğe dayalı yazı ve metotları takip eden Post-Modern yazar veya şairlerin yolundan gidilebilir, ya da Dünya edebiyatına katkıda bulunmuş, ölümlerinden asırlar geçmesine rağmen halen canlılığını koruyan yazarların eserlerini takip edebilir. Bu iki ayrım yazarlığa adım atmış kişilerin, sanat hayatına ve eserlerine yansıyacaktır. İlk mecra, sanat için sanat felsefesini içeren bir yaklaşım olmakta; ikinci yol ise, toplum için sanatı ifade eden, toplumcu gerçekçi yazarların yetişmesini sağlayan bir gerçekliktir.
Yazarın yazım türünü ve içeriğini etkileyen temel unsur, içinde yaşadığı toplumun salt kültürü, acıları ve yaşayış biçimleridir. Yaşam koşulları çok iyi olan biri yazmaya pek de eğilim sağlayamaz. Çünkü, kişi yazılarına bunalımlarını, kültürel yaşam koşullarını ve uygulanan eşitsizlikten yakınarak kalıcı eserler yansıtabilmelidir ki; önemli eserler üretmiş yazarların hemen hepsi içinde bulunduğu zor koşullardan, geçimsizliklerden, haksızlıklardan ve mutsuzluğundan dolayı kâğıt ve kaleme muhtaç olmuşlardır.
Mutlu insan yazamaz mı sorusu akıllara gelmektedir. Elbette yazabilir. Ancak bir durumu tasvir ederken, o durumdan biraz nasiplenmek gerekir. Hayatında hiç geçim problemi yaşamamış; sistemsel, toplumsal, inançsal ya da ailesel baskı ve haksızlıklara uğramamış biri, eserlerine bu gerçekliği ne kadar hissedip yansıtabilir? Belki de güçlü empati becerisini yansıtarak bir şeyler aktarabilir ama bu durumu bizatihi yaşamış ve hiç yaşamamış birinin kalemi bir olur mu? Bambaşka hayatları süren okurlarına bu yaşanmışlığı ne ölçüde ulaştırabilir yahut hissettirebilir?
Yazarlığın bir de kurtarıcı işlevi vardır. Kişi hayatını sürdüğü yaşam ile yazdığı yazılar tamamen zıt olabilir. Örneğin mutsuz, hastalıklı, problemli, maddi imkansızlıktan yakınan, içinde yaşadığı toplum ile barışık olmayan biri; eserlerine mutluluğu, sağlıklı yaşamanın değerlerini, problemlere çözüm üretmeyi, maddi problemi dert edinmeyen yöntemler sunmayı, toplumu ile barışık yaşamanın koşullarını okuyucularına aktarabilir. Bu yazarın kendisinden yola çıkarak okurlarını değiştirip dönüştürmesinin güçlü istemidir.
Örneğin, tamamen işitme engelli olan Beethoven 9.senfoniyi ortaya çıkardığında bütün Dünya’yı ayaklandırdı; İranlı kadın şair Füruğ Feruhzad’ın, şeriat kurallarının çok ağır olduğu İran’da şiir yazmasını engellemek için çeşitli psikolojik baskılar ve saldırılara maruz kalır, toplum bir kadının şiir yazmasına alışkın değildir. Ancak Feruhzad bu yolundan asla dönmez, bir suikastla öldürülmüş bile olsa, O eşsiz mücadelesi ve eserleriyle, bütün kadınlar için emsal teşkil etmektedir; Çok mutsuz ve uyumsuz bir hayat süren Kafka, yaşadığı süre içinde yazdıklarını yayınlatamaz, yayınlanmaya değer görülmez. Ancak o yinede yılmaz, sanatın dönüştürücü işlevine inanır. “Ben öldükten sonra okunacağım” der. Ve öylede olur. Kafka ancak öldükten sonra Kafka olabilmiştir. Bu örnekler çoğaltılabilir…
Günümüzde teknolojik aletlerin gelişimi ve insanların modaya uyup, sistemin çarkları arasına sıkışıp kalması, okuma oranını hayli düşürmüş, eğitimde vasat bir hale gelmiş, maalesef ki acılar, savaşlar ve kaoslara sürüklenen bir toplum gerçeği doğurmuştur. Modern insan yapısı, kendi öz benliğinden uzaklaşmış, kültür ve gelişim faktörlerini yaşatmak ve geliştirmek için düşünmeyecek bir hale sürüklenmiş, Kapitalist toplum gerçeğinin dinamikleştirdiği popüler kültür kalıbına dönüştürmüştür. 21. yüzyılın temel insanı artık yaşayış biçimini sadece tüketim üzerine planlamış, sisteme bağımlı olmuştur. Hâkim sistem, sadece egemen kültürün sanatçılarını ön plana çıkarmaktadır. Burada amaç; düşünen, sorgulayan ve toplumcu gerçekçi bir anlayışın ortaya çıkartabileceği sanatı yok etmek, parçalamak, kısaca; kendine bağımlı kıldığı bir nesil yetiştirmektir. (Sistemin bu amacında, büyük oranda başarı sağladığı ise, ne yazık ki bir gerçektir.)
Buna karşın, toplumda en büyük sorumluluk sanatçılara düşmektedir. Bu sanatçıların başında yazarlar gelir. Yazarlar, yazdığı kitaplarla, senaryolarla, şarkı sözleriyle toplumun uyanmasını, gerçekleri görebilmesini ve en önemlisi ise, öz benliğine kavuşmasını sağlayabilmelidir. Bu anlamda yazarlar toplumların bel kemiğini oluşturan, nabzını en iyi okuyabilen ve en önemlisi ise, bunu kalemine yansıtıp insanlara sunabilen fikir işçileridir.