AGOP’UN MİNİK ELLERİ
Yüzlerce yıldır Osmanlı yönetimi tarafından baskılanan halklar, ittihat terakki’ci Türkçülüğün Osmanlı yönetimine gelişiyle halklar adeta doğrandılar.
Turancılar (Türkçüler ) din maskesiyle Osmanlı’nın dört tarafında savaş cepheleri açtılar, çocuk ve yaşlıların dışındaki bütün erkekleri zorla askere aldılar. Öyle ki toprağı ekecek erkek kalmamıştı, ve savaş ihtiyacı için halkın malına mülküne el koyuyorlardı.
Kıtlık kıran girmişti memlekete. Tarlalar ekilemiyor, insanlar kışa tedariksiz giriyorlardı. İnsan, hayvan, doğa zayıf düşmüştü; merhametsiz ve vahşileşmişti.
Kanunlar, kurallar, töreler, bilinç, hatta güdüler bile işlemiyordu. Yaşam lanetlenmiş, kötülük egemen olmuştu.
Yazı zayıf geçiren doğa renk değiştiriyordu, mevsim sonbahar olmalıydı. Geceden bastıran yağmur rahmet değil, canlıyı cansızı dövercesine vuruyordu; gökten lanet yağıyordu. Her canlı güçsüz ve endişe içinde deliğine çekilmişti.
Meydanda bir çocuk bağırıyordu yeni bir laneti haber verircesine …”koşun canavarlar geliyor! karşı ovada dut ağaçlarının altında canavarlar var …” diyordu.
Korkuyla dışarı çıkabilen yaşlılar köyün meydanında adeta birbirlerine yapışmıştılar. Dut ağacının altındaki canlıların ne olabileceğini endişeyle tarif etmeye çalışıyorlardı. Kimse ne olduğunu çıkaramıyor ama her ne olursa olsun bu belanın hava aydınlık iken hal edilmesi gerektiğini düşünüyorlardı.
Yaşlılar ellerinde sopa, taş korkuyla ilerliyorlardı dut ağacına doğru; bayağı yol aldıkları halde geçkin yaşlarına, tecrübelerine rağmen hala benzetemiyorlardı herhangi bir şeye. Bu bilinmezlik adeta göğüs kafeslerini deliyor, nefessiz bırakmıştı. Ancak yeterince yaklaştıklarında çocuk sesini ayırt edebildiler: 6-7 çocuk çamur içinde ağacın altında çamur yiyorlardı.
Yaşlılar Yaşadıkları lanetli hayatın sorumlularını bulmuş gibi oldular. Çünkü Devleti Aliyeleri fetvayı vermişti; yaşadıkları her kötülüğün sorumlusu Ermenilerdi ve Ermenilerin yok edilmeleri gerekiyordu. Zorba Osmanlı’ya bütün erkeklerini, mallarını vermişlerdi. Evet zorunlu vermişlerdi, ama nefes almanın adı Osmanlı ve Türklüktü. Zaten bu diyarlarda zorbalar Allah olmuştu, Osmanlı neyi emrediyorsa o fetvaydı.
Çocuklar kaçan Ermenilerin kendileriyle beraber helak olmasın diye karanlıkta bıraktıkları çocuklarıydı. Belki binyılların insanlık töresinden nasibini almış birileri merhamet eder, alır besler diye karanlıkta kaçarken köyün yakınına bırakmışlardı.
Yaşlılar kendi aralarında tartışıyorlardı ne yapalım diye. Bir ikisi korkuyla söylendi herkes birisini evine alsın diye. Ape Ehmed korku ve hışımla bağırdı, çocukları alıp beslemek devlete karşı gelmektir dedi. Allahlık Osmanlı’nın fetvasına karşı gelmek ölümdü; bir de bu kıtlıkta bizler dahi açlıktan ölüyoruz diye küfürler savurdu.
Herkes sindi, vebadan kaçar gibi deliklerine yöneldiler.
Ape Ehmed topal Reşo’yu iki gübre sepetini alması için köye gönderdi. Yedi çocuktan altısını üçerli şekilde bastırarak sepetlere koydu. Çocukların yaşları bir ile beş yaşları arasındaydı. Ape Ehmed bağırıp çağırıp, tokatlayınca; çocuklar nefes almaya bile korktular. En büyüğü dört veya beş yaşlarındaki Agop’tu, Ape Ehmed onu döve döve önünde yürütüyordu.
Köyün alt taraflarında büyük derenin Peri suyuna bağlandığı noktada derin bir kanyon vardı. Kanyonun Tîre Çem denilen noktasında metrelerce yükseklikte bir uçurumun başına geldiler.
Sepetleri yere indirdiler, çamur ve gözyaşı içindeki minikler adeta dillerini yutmuş sadece göğüs hırıltıları duyuluyordu. Küfür ve lanet Ape Ehmed’in kendisine cesaret veren duaları olmuştu, aklını yitirmiş gibiydi; korkudan taş kesilen çocukları teker teker tuttuğu gibi uçurumdan atıyordu. En son kenarda gözleri korkudan fal taşı gibi açılmış, yerine çakılıp kalan Agop’a yöneldi ve bir tekme sallayarak uçuruma doğru attı. Yerden yuvarlanan Agop tam uçurumdan düşerken, taşa yapıştı. Vücudu aşağıya sarkmış şekilde minnacık elleriyle taşa yapışmıştı, korku ve yalvaran gözlerle Ape Ehmed’e bakıyordu, yaşamak istiyordu. Ape Ehmed bu hareketi kendisine ve Devlet-i Âliyenin fetvasına isyan edilmiş gibi hissetti ve hışımla çıplak ayağını Agop’un minik parmaklarını parçalarcasına vurdu. Düştü Agop, düşerken sadece “Mayrıgggg…” diye yeri göğü inleten bağrışı duyuldu.
Anlattığım olay Bingöl’deki köyümde vuku bulan gerçek bir hikaye. Yaşlılarımız hangi sene olduğunu bilmiyorlar; zaten alet edildikleri kötülükleri, esaretleri, lanetleri ile yaşam ve zamandan kopmuş aynı hüsranla gittiler. Ancak bunun gibi benzer yüzlerce hikayeler halk içinde halende anlatılır. Dolayısıyla eğer Devlet samimi ise ahlaksız tarihçilere değil halka sorsun cevabı öğrenir. Iki milyon insan, halklar buhar olup uçmadılar ya.
İttihat terakki’ci, Türk ırkçısı Osmanlı ve Cumhuriyet yöneticileri Ermeni, Süryani, Rum, Kürt halklarını sırasıyla hem kullandı hem de katletti.
Bu soykırım durdurulmadığından ve açığa çıkarılmadığından sonrasında dünyada yapılan soykırımlara ve ırkçılığa emsal oldu. Bugün bile bu mentalitenin davamı olarak farklı kültür ve inançlar asimilasyona ve inkara tabi tutuluyor.
Tarihçi Ayşe Hür’ün belirttiği gibi 23 Nisan çocuk bayramıyla, 25 Nisan Çanakkale Anzak günüyle Türk Devleti Soykırım’ın sembolik günü olan 24 Nisan’ı gölgelemeye çalışıyor. Bu soykırımlar ve soykırım inkarcılığı başta Türk halkı ve alet olan toplumları maddi manevi bir lanete sürüklemiş durumda. Ülke Ahlaksız, refahsız ve mutsuz bir yaşam azabıyla debeleniyor. Bu kabullenmemeden dolayı yobazdan, ırkçıdan, kendini inkarcıdan, hırsızdan; hoca da olsa, Prof da olsa, sağcı veya solcu da olsa kurtulamıyoruz.
Hatayı, yanlışı, katliamı kabullenmek ve af dilemek yeni temiz bir yaşama başlangıç olacaktır. Özür dilemek en büyük insani erdemdir.
Soykırım laneti inkar edildikçe büyüyor, aksi takdirde Agop’un o minnacık elleri bizi boğacaktır.
- “Mayrig”: Anneciğim