Güce Tapınma ve Gücün Esiri Olma
Tapma veya tapınma derken aklımıza ilk olarak Tanrı gelir. Neden Tanrıya taparız? Gerçekten cennetle ödüllendirilmek için mi? Kutsal kitaplarda cennet ve güzel, ütopik gelecekteki yaşam ile ilgili bilgiler çok az yer tutar ama anlatılan her şey Tanrıya tapınmayı mecburi kılmak için insanları cezalandırmayla korkutma üzerinedir. Ama bu korku öylesine sıradan bir korku değildir. Ebediyen cehennem ateşinde yanma korkusudur. Korkutulduğumuz için kendimizi teslim eder ve bize her söyleneni ve isteneni yapmaya çalışırız. O halde korku ve tapınma arasında bir bağ vardır diyebiliriz. Cennet aslında gücü simgeler. Yani ebediyen var olacak ve artık elimizden kayıp gitmeyecek, her istediğimizi gerçekleştirebileceğimiz bir güç. Bunun için bunu bize sağlayacak olan Tanrıya tapınırız. Korku ise esarettir. Kaybetmekten ve bir daha yaşayamamaktan, elde edememekten korkarız. Korkularımızın esiri olur ve bizden istenilen her şeyi sorgusuz, sualsız yapmaya çalışırız.
Mutlakiyet güçtür, güç mutlakiyetten doğar, beslenir ve büyür. Mutlakiyet aynı zamanda sonsuzluk, yani ebediyet demektir. Kendini ebediyen korumak ve hakim kılmak ister. İdealist felsefede mutlak güç Tanrıdır. Sadece Semavi din ve inançlarda değil, diğer tüm din ve inanç sistemlerinde Tanrı mutlak güç ve yaratıcıdır, sonsuzdur. Tanrı tartışılamaz ve sorgulanamaz. Felsefe, sınıflı toplumla ortaya çıkmış, Tanrı inancı da sınıflı topluma özgü olmuştur. Artı ürünün paylaşımı, sınıflı toplumun ortaya çıkmasının sebebiyse devlet de egemen sınıfın hegemonik aracıdır. Tanrı inancı ise egemenlerin devletinin ideolojik dayanağıdır. Sömürü düzeninin meşru ve dayanılır olabilmesi için sorgulanamaz, tartışılamaz bir dine, inanca ve Tanrıya ihtiyaç duyulmuştur. Dinler yozlaşmaya ve çürümeye başladığında egemenler her seferinde yeni bir din ve inanç yaratmıştır. Ama Tanrı tartışmasız bir şekilde hep yerini korumuştur. Çünkü Tanrısız din ve inanç olamaz. Tanrı mutlak ve tartışılmaz ise hiç kimse Onun yarattığı dünyayı, evreni ve düzeni sorgulamamalı ve olduğu gibi kabul etmelidir. Tanrıya ebediyen biat olunmalı ve ibadet edilmelidir. Tanrı burda bir simgedir, soyuttur. Somut olan mutlak güçtür, sömürü düzenidir. Zamanla Tanrı inancının bu kadar büyük bir güç ve tartışılmaz, sorgulanmaz egemenlik yarattığını gören bazı krallar kendilerini Tanrı ilan etmiş ve tüm gücü kendilerinde toplayarak tiranlaşmışlardır. Ortaçağ’da Tanrı krallıklara ve insansı Tanrılara son verilmiş, halifelik ve papalık gibi merkezi dini kurumlar yaratılmış, Tanrı inancını yayma adı altında fetih ve işgaller meşru kılınmaya çalışılmıştır. Kapitalist sistemde burjuvazi kendi sınıf çıkarı gereği bu gücü ruhban sınıfından alıp kendi egemenliğinde reformize etmiş, devleti de buna göre şekillendirmiştir.
Bu kısa teorik girişteki amacım, somut ama mutlak olan Güç ile soyut ama mutlak olan Tanrı inancı arasındaki bağlantıyı kurup bunun egemenlerin yaşamlarında ve yöntemlerinde neyi ifade ettiğini göstermektir. Peki Güç kavramı bizim yaşamımızın neresinde duruyor ve bizim için ne ifade ediyor. Güç ile zorluk, güçlük kavramlarını bir biriyle karıştırmayalım. Burda bahsedilen Güç, yaşamın getirdiği zorluklar ve güçlükler değildir. Bahsedilmek istenen Güç kavramı, egemen olmak, iktidar olmak, her şeyi kendi elinde ve tekelinde bulundurmak, her şeyin başı ve sorumlusu olmak isteyen anlayış ve yaklaşımlardır. Yani mutlak bir hakimiyet ve güç sahibi olmak isteyen anlayış ve yaklaşımlardır.
Yukarda egemen sınıfların Tanrı ve Güç kavramı arasındaki ilişki ve nedenlerini kısmen ortaya koydum. Onlar için nihai hedef her zaman mutlak güç ve iktidar olmuştur. Tanrı inancı ise bu amaç için çok kullanışlı bir araçtır. Bu yazının asıl amacı Tanrı inancının doğruluğunu veya gerekliliğini tartışmak değildir. Yazının asıl amacı Güç kavramından neyi anlıyoruz ve ona nasıl yaklaşıyoruz. Egemen sınıflar sahip oldukları imtiyazları ve iktidarlarını tarihsel olarak hiç kaybetmek istemediklerinden ve Güç sahibi olmayı var oluş sebebi saydıklarından Gücü, kendilerinin yarattığı Tanrıyla özdeşleştirerek aslında hep Güce tapınmışlardır. Bu öylesine bir kültür haline gelmiştir ki bilinçsiz ve lümpen kesimler de buna inanmaya başlamışlardır.
Örneğin Güç kavramının Batı için ne anlama geldiğini iyi biliyoruz. Güç onların varlık sebebidir ve hiç bir şekilde kaybedilmemesi gerekir. Kendi ülkelerinde toplumsal patlamalar ve devrimler yaşanmasın diye zamanla sosyal devlet adı altında güçlerinin çok sınırlı bir kısmını sivil toplum örgütleriyle ve bazı toplumsal kesimlerle paylaşmışlar ama asıl güçlerini ve onun aracı olan devleti hiç bir zaman kimseyle paylaşmamışlardır. Devrim korkusu geçtiği zamanlarda ise sosyal devlet günden güne budanmış ve kapitalizmin aç gözlülüğüne kurban edilmiştir. Bütün toplumsal muhalefeti tamamıyla etkisizleştirdiklerini düşündükleri anda pervasız olmakta sınır tanımamışlardır.
Bugün egemenlerin kendilerine karşı bir devrim yapılma korkusu yoktur. Bu pervasızlık ve aç gözlülükle dünya kaynaklarının ve zenginliklerinin yeniden paylaşımını yapıyorlar. Credit Suisse’in 2019 Küresel Servet Raporu’na göre 7,5 Milyar nüfuslu dünyamızın toplam serveti bir önceki yıla göre yüzde 2,6 artarak 360,6 Trilyon dolar olmuş. Kişi başına düşen servet ise 70.849 dolar. Peki gerçekte her birimizin bu kadar büyük bir serveti var mı? Yine bu rapora göre dünya nüfusunun yüzde 0,9’u dünya servetinin yüzde 43,9’unu, dünya nüfusunun yüzde 9,8’i dünya servetinin yüzde 38,9’unu alıyor. Yüzde 32,6 nüfus servetin yüzde 15,5’ini alırken dünya nüfusunun yüzde 56,6’lık kesimi dünya servetinin sadece yüzde 1,8’ni alabiliyor. 7,5 milyarlık nüfus içerisinde milyoner olanların sayısı sadece 46 milyon civarında. IMF’nin 2018 Dünya Ekonomik Görünüm Raporu’nda ülkeler bazında gayri safi yurtiçi hasılalarına (GSYİH) göre Lüksemburg 114.231 dolarla başı çekiyor. İsviçre 82.950 dolarla ikinci, ABD 62.606 dolarla sekizinci ve Türkiye 9.346 dolarla Çin’in ardından 68. sırada. Son sırada Güney Sudan 303 dolar. 30 ülkenin GSYİH geliri 1.000 doların altında. En zengin ülkeler Batı ülkeleri. Müslüman ülkelerden Katar 70.780 dolarla 6. sırada, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) 40.711 dolarla 23, Kuveyt 30.839 dolarla 30, Suudi Arabistan 23.566 dolarla 35. sırada. Dünya nüfusunun yüzde 10,6’sının dünya servetinin yüzde 72,8’ini aldığı dünyamızda gerçekte bize düşen gelir ancak açlık veya en iyi ihtimalle yoksulluk sınırıdır. Hristiyan Batı ülkeleri ve Müslüman Arap krallıkları dünyanın en zenginleri. Şimdi tekrar Tanrı inancına dönüp dinlerin manipüle eden söylemlerine bakarak dinlerin eşitsizliğe ve sömürüye karşı olduğunu ve adil paylaşımı ve adaleti emrettiğini kabul edersek, adalet ve adil paylaşım bu rakamların neresindedir? Peki bu rakamlara bakarak tapınmanın aslında Tanrıya olmadığı, tamamiyle paraya, yani güce olduğunu iddia edemez miyiz? Tanrı kavramı ve inancının bu haksız ve adaletsiz paylaşımı gölgeleyen ve maskeleyen birer simge olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu güce tapınma aslında güce esir olma halidir. Gücü ebediyen korumak için istenilen her şeyi yapma mecburiyeti ve gerekliliğidir bu esaret.
En gelişmiş ve zengin Batı, kendi kamuoyunun bu insanlık dışı sömürüye karşı çıkmaması ve göreceli refahını kaybetme korkusunu yaşaması için kendi toplumlarına kırıntı mahiyetinde zenginlik paylaşımına gidip sus payı vermiş, dünyanın geri kalanını ise vahşi bir sömürü, talan ve hırsızlık alanı haline getirmiştir. Dindar olanlar da Tanrı adına bu durumlarına şükür etmişlerdir.Bunun ebediyen olması için, halklar ve ülkeler cahil ve örgütsüz bırakılmış, birbirine düşürülmüş, zayıflatılmış, içten içe çürütülmüş, çatıştırılmış uşak ve işbirlikçi hale getirilmiştir. Gücün ebedi olması için Dünyanın her tarafı karşı konulmaksızın sömürülmeli ve tüm kaynaklar ve zenginlikler onlara aktarılmalıdır. Bunun düzenli ve sorunsuz olması için yerli işbirlikçiler yaratılmalı ve onlara da kırıntı mahiyetinde bazı güçler verilmelidir.
Devamı Haftaya
TAGS Hot News