Celiloğlu: Hesaplaşma Olmadan Toplumun Yarası Kapanmaz
‘‘Artık işkenceler bittikten sonra demokrasi sürecinde bu insanlar mahkemeye çıkarılıyor, cezalandırılıyor, mağdurlardan ya da mağdurların ailelerinden özürler dileniyor. Aslında orada bir hesaplaşma ve defteri kapatma durumu söz konusu. Türkiye’de bu olmadı, olmuyor. Ceza çekilmeyince, hesaplaşma yapılmayınca toplumun yarası da kapanmıyor.’’
Röportaj: Övgü Kaya-Telgraf
Sanatın toplumların yaşamlarına etkisi şüphesiz büyük bir öneme sahip. Her sanat dalı her bireyin dünyasında farklı çağrışımlara vesile oluyor. Bazen bir müziğin uyandırdığı duygu o anın yaşanılırlığı bakımından oldukça anlamlı olabiliyor. Kimi zaman tuvale nakşedilmiş bir resim, bazen enstantane ile diyaframın buluştuğu o muazzam noktalar hafızalarımıza kazınabiliyor. Bazen de duygunun bedende ki jestler ve mimiklerle karşımızda durduğu o muhteşem an. Tiyatro işte bu muhteşem anın en büyük aracısı. Öyle ki kimi zaman hayalini kuramadıklarımızı tiyatro izlerken yaşarız. Tiyatro tüm detaylarıyla bizi başka yaşamların içerisine alır ve sorgulatmayı sağlar. Politik içerikli oyunlar ise toplumda fikirsel elektriklenmenin önünü açarlar. Bu oyunlardan birisi de Ölüm ve Kız’
‘Ölüm ve Kız’, uzun bir diktatörlük döneminden sonra demokratik yönetime kavuşmuş bir ülkede, politik görüşleri nedeniyle işkenceye ve tecavüze uğramış bir kadının, işkencecisiyle karşılaştığında ondan öç alıp almama ikilemini gerilimli bir atmosferde sahneye taşıyor. Arjantinli yazar Ariel Dorfman tarafından kaleme alınmış, faşizmin toplumlarda açtığı yaraları işleyen oyunun yönetmeni Barış Celiloğlu ile oyun ve sanat hakkında konuştuk.
İstanbul’da ‘Savaş Oyunları’ isimli tiyatro oyunu ile büyük ses getirdikten sonra Londra’ya gelme kararı alma nedeniniz nedir?
17-18 yaşındayken yurtdışında okuma sevdam vardı. Hali hazırda zaten İngilizce de biliyordum. Birde tiyatroyu çok seviyordum, İngiltere de Shakespeare’nin memleketi olduğu için tercih sebebim oldu. Tabii kolejden sonra direkt gelemedim, 10 yıl kadar bankada çalışıp para biriktirdim. Plaza çalışanı ve sanatçı olmak arasında geçen 10 yıl… Savaş Oyunları’ndan sonra hem maddi anlamda yeterliydim hem de Türkiye’de daha fazla gelişemeyeceğimi düşündüm ve hayalimi gerçekleştirmenin zamanı da gelmişti.
Biraz ‘Londra Londra Olalı’ döneminden söz edebilir misiniz?
Dizi; Umut Ulaş Er tarafından (oyuncu ve yönetmen) 13 bölüm olarak yazıldı, çok da iyi kalemi vardır. Birkaç bölümü kendi imkanlarımız ile çekip ATV’ye gönderdik ve çok beğenildi ancak yatırım yapılmadı. Haliyle kendi imkanlarımız ile sponsor bulduk. Kısıtlı bir bütçemiz vardı ve prodüksiyon açısından ne yazık ki kaliteli olamadı. Halk da çok sevmişti ama yazık oldu. Çok eğlenerek, keyifle çalıştık ama elinden tutulan bir proje olmadı.
Sinema mı, tiyatro mu? Neticede tiyatroda daha sıcak bir tüketim var sinemanın aksine.
Tiyatro benim ilk göz ağrım ama sinemayı da çok seviyorum. Sinema çok kalıcı, yıllar sonra da erişilebiliyor. Tiyatro bambaşka bir tutku.
‘Tabutta Rövaşata’ ve ‘Uçurtmayı Vurmasınlar’ Türki Sineması’na kazandırılmış çok önemli iki eser. Buralarda rol almak nasıldı?
Uçurtmayı Vurmasınlar döneminde çok genç olduğum için farkında değildim. “Hapishanede kadınların olduğu bir rol var ister misin?” dediler, gittim. Tunç Başaran da “tamam” deyince ekibin içine girdim ve ancak o zaman fark edebildim nerede olduğumu. Tabutta Rövaşata’nın senaryosunu arkadaşım Derviş Zaim yazıyordu ve “Bizim Derviş senaryo yazıyor” diyorduk acıkası. Sonra Derviş bir oyunda sahnede bizi görünce rol teklif etti ve arkadaşımıza yardım edelim diye başladığımız bir projeydi. Bu kadar iyi olacağını tahmin edememiştim doğrusu.
Gate Theatre, The Young Vic, Arcola Theatre, Camden People’s Theatre gibi büyük sahnelerde gördü sizi seyirci. Türkiye toplumuna hitap etmek ile yabancılara hitap etmek arasında bir fark olduğunu düşünüyor musunuz?
Hiç fark yok aslında. Siz bir karakter yaratıp bir oyunun içinde yer alıyorsunuz. Mesajı aktarmak ve temalara değinmek, seyirci ile bir bağ kurmak; bunlar gerçekleştiğinde zaten başarılı ve mutlu hissediyorsunuz. Ama Türk toplumu hislerini açığa vurmaktan imtina etmiyor. Bizim coğrafyamızın insanı coşkuludur, İngilizler daha formal bir seyirci kitlesi. Onlar seyreder ve gider. Hissetmiyorlar değil ancak hislerini açığa vurma konusunda bizim kadar başarılı değiller.
Ariel Dorfman, ‘Ölüm ve Kız’ hakkında insanlığın çağlar boyunca karşılaştığı sorunları ele aldığını ifade ediyor. Metni yeniden sahneye koymuş bir yönetmen ve oyuncu olarak bunun üstüne ne eklemek istersiniz?
Oyun, faşizm üstüne. Cuntaların toplumlarda yara açtığı ve bu yaraların nasıl iyileşeceği konusunda sorular soran bir oyun. Faşizm hala devam ediyor, ne yazık ki. Ama oyunun başarısı şurada; faşizmin açtığı yaralar sonucu gelen travmalar nasıl silinir, hala hatırlamak önemli mi, değil mi? Bu soruların cevaplarını arıyor ve aratıyor. Aslında biraz da mağdur ve seyirci arasında bağ kuruyor ve burada da bırakmıyor ve ekliyor; Mağdur olan da aynı işkence yoluna başvursa ne duruma düşer?
Oyun aslında Şili’de geçiyor. Buradan yola çıkarak; bu tarihsel bir sorgulamayı ve yargılamayı Türkiye toplumu açısından teşvik edici özelliğe sahip olduğunu anlayabilir miyiz?
Ariel Dorfman’ın bunu yazmış olmasını nedeni; –17 yıl sonra kaleme alabilmiş- Şili’de yaşayanların olan şeyleri unutmuş olması. Biz de yıllarca düşünüp planladık ama bu dönemin uygun bir dönem olduğuna karar verdik, hem Türk toplumu hem de dünyada olanlar açısından. Tüm dünyada insan hakları konusunda geriye doğru bir gidiş var.
Oyunun kadınlar için özellikle anlatmak istediği bir şey var mı?
İşkencenin kadını, erkeği asla olamaz, kime, neden ve nasıl yapıldığı asla kıyaslanamaz ama kadına uygulanan şiddet erkeklere uygulanan şiddetten daha boyutlu. Tecavüz gibi bir boyut var.
İşkencecimiz ile barışmak mümkün müdür?
Ariel Dorfman da bu soruyu soruyor. Artık işkenceler bittikten sonra demokrasi sürecinde bu insanlar mahkemeye çıkarılıyor, cezalandırılıyor, mağdurlardan ya da mağdurların ailelerinden özürler dileniyor. Aslında orada bir hesaplaşma ve defteri kapatma durumu söz konusu. Türkiye’de bu olmadı, olmuyor. Ceza çekilmeyince, hesaplaşma yapılmayınca toplumun yarası da kapanmıyor.
Death and The Maiden ilk kez 1990 yılında İngiltere’de sahnelenmiş. İlk kez Türkçe yorumuyla siz ve ekibiniz sahneye koydunuz, nasıl hissediyorsunuz?
Çok mutluyum, harika bir ekip çalışması yürüttük. Ağırlıklı bir rol oynadığım için benim sahnelerime bakacak bir dış göze ihtiyacım vardı ve çok iyi bir kadın yönetmen buldum: Viyanalı Kattharina Reinthaller. Oyunu birlikte yönettik ve çok keyifli bir süreç oldu. Yapımcımız Zeynep Dalkıran’iın her anlamda büyük yardımları oldu. Yönetmen Asistanı Gülseven Akbulut, Set Dizayn Rasa Selemonaviciute ve Oyuncular; Göktay Tosun ve Yener Çelik ile iyi bir ekip çalışması oldu. Ayrıca 10-15 sene evvel şehir tiyatrolarında Işık Yenersu yönetiminde izlemiştim Ölüm ve Kız’ı. O gün kendime; “Bu yaşa geleceğim ve bu rolü oynayacağım” demiştim. Bu hayali gerçekleştirmenin de ayrıca mutluluğunu yaşıyorum.
Not: 4 Haziran, saat 20:00’de Arcola tiyatrosunda gösterilecek ‘Ölüm ve Kız’ İngilizce üst yazılı şekilde oynanacaktır.