25 Kasım sürecinin ortaya çıkardıkları…
“25 Kasım ve erkekler” başlıklı yazımda; kendisine “ilerici”, “devrimci”, “demokrat”, “sosyalist” yada “yurtsever” tanımlaması yapan ve kendilerinin, verili erkek kimliğinden farklı olduklarına inanan erkeklerin, kadına yönelik şiddet karşısında duruşlarını ele almış ve bu “farklı”lıklarını somutlamaları üzerinde durmuştum.
Bu yazıma ilişkin birçok takdir eden yazılar ve telefonlar da aldım. Arayan ve yazanlar içerisinde erkekler de vardı. Açıkçası bundan çok umutlanmıştım. Fakat, maalesef pratik yine aynıydı. “Kadın özgürlükçü” bu erkeklerden yine somut adım çıkmamıştı. Demekki bu konu gündemimizde olmaya devam edecek…
İkincisi, kadınların kendi sorunlarına sahiplenmeleri noktasındaki duruşları… Açıkça belirtmeliyim ki burada da ciddi sıkıntılar var. Yapılan eylem ve etkinliklere kadınların katılımı olması gerekenin oldukça altındaydı. Her gün şiddet nedeniyle kurumlara giden, yardım isteyen, büyük mutsuzluklar yaşayan kadınlar, hala sihirli bir değneğin kendi yaşamlarını değiştirmelerini beklemekteydi.
Amerikalı kadın yazar Colette Dowling’in “Sindrella kompleksi” olarak tanımladığı bu duruş; özgürleşmek, bağımsızlaşmak, eşitlenmek isteyen, mutluluk isteyen kadınların en önemli ayak bağı. Bir yandan köleliği sorgulayan, haksızlığa uğradığını düşünen kadının öte yandan bunun için hiç bir şey yapmamasını “Sindrella kompleksi” olarak tanımlayan yazar, bunu çocukken izlediğimiz bir masalın kahramanından almış. Masalda, babası yaşarken oldukça mutlu olan prenses Sindrella’nın, (yada Külkedisi) babasının ölümü ardından üvey annesi ve kardeşleri tarafından nasıl ezildiğini anlatmaktaydı. Fakat Sindrella durumunu değiştirmek için hiç bir şey yapmıyordu. Taaki, sihirli değneği ile onun yaşamını değiştirecek bir masal perisi ortaya çıkana dek.
Çevremize baktığımızda, konuştuğumuzda her kadından adeta bin ah işitirken sorunun çözümü söz konusu olduğunda bu kadar mesafeli duruş, ciddi bir Sindrella kompleksi ile ya da diğer bir anlatımla kurtarılmayı bekleyen bir yaklaşımla karşı karşıya olduğumuza işaret ediyor…
Bilinmesi ve mutlaka anlaşılması gereken bir şey varki; hiç bir özgürlük ve mutluluk, sorunun muhataplarınca sahiplenilmediği sürece var edilememiştir. Bütün insanlık tarihi buna şahittir. Ve her özgürlüğün, her kazanımın ve başarının ardında bedeller olmuştur. Bırakın mücadeleyi, bilim insanlarının yaşamlarına bakın. Hemen hepsinin yaşamında ödenmiş ağır bedeller vardır. Ya sosyal yaşamları ölmüştür, ya evlilikleri iyi gitmemiştir, ya çocukları büyük sıkıntılar yaşamıştır yada öldürülmüş, tutsak edilmişlerdir. Kısacası yeni olana, güzel olana, insanca olana düşman sistemlerde bilim bile bedellerle üretilebilmektedir. Dolayısıyla, yeni bir yaşamı, insanca bir yaşamı hayal eden her kadın ve erkek; mücadeleyi ve gerektiğinde bedel ödemeyi göze alabilmelidir. Bunu göze alamayanların gerçek mutluluğu yakalayabileceklerine inanmayanlardanım.
Üçüncüsü, kadın kurumlarının duruşları… İzlediğim kadarıyla burada da ciddi sorunlar bulunuyor. Öncelikle 25 Kasım’ın mücadeleci yanının yeterince kavranamadığını düşünüyorum. Örneğin; 25 Kasım’lar, 8 Martlar kadar sahiplenilmiyor. Oysa 25 Kasım’da tıpkı 8 Mart’ta olduğu gibi içeriği boşaltılmaya çalışılan günlerden biri. Yani, 8 Mart gibi iki 25 Kasım var. Biri, kadına yönelik şiddeti tüm yönleri ile ele alan (ekonomik, politik, fiziksel, cinsel, psikolojik, vb) diğeri ise sadece aile içi şiddeti eksen alan BM’nin kabul ettiği (etmek zorunda kaldığı) 25 Kasım.
Kadın özgürlüğünün gerçek sahipleri olarak hiç kuşkusuz bizim 25 Kasım mücadelemiz birincisini, yani kadına yönelik şiddeti tüm yönleri ile ele alan ve buna kaynaklık eden tüm sorunları ortadan kaldırmayı hedefleyen 25 Kasım’dır. Bazılarının yaptığı gibi sadece iyileştirmelerle kendimizi sınırlayamayız. İyileştirmeler için de mücadele ederiz, fakat ana hedefimiz sorunlara kaynaklık eden tüm nedenlerin ortadan kaldırılmasıdır.
Sonuç olarak; bütün bunlardan hareketle, ciddi bir aydınlanma, yeni bir bilinç ve algı yaratma ile karşı karşıyayız. Bu nedenle daha önce yaptığımız ve toplumda belli bir algı yaratabildiğine inandığım “eskort” ve “sauna” reklamları yapan Türkiyeli, Kürdistanlı ve Kıbrıslı göçmenlere hitap eden gazeteler başta olmak üzere tüm medya şiddetine karşı verilecek mücadele, kadın mücadelesine ciddi bir ivme katacaktır.
Hiç kuşkusuz Şengal ve Kobane’li kadınlarla dayanışmamızı kesintiye uğratılmaksızın sürdürebileceğimiz böylesine bir çalışma, toplumumuzda kirlenmeye neden olan ve beraberinde şiddeti de arttırdığını tespit ettiğimiz algının değişmesinde ve “erk”ekliğin yeniden sorgulanmasında da önemli bir rol oynayacaktır…